Temmuz güneşinin ortalığı kasıp kavurduğu sıcak bir yaz günü daha bitmek üzereydi. Adam hızlı adımlarla Diyarbakır küçelerini arşınlıyordu. Bir an önce hedefine varmak isteyen maratoncular gibi yüksek tempoda yürürken, yorulduğunu hissetti. Durup dinlenmek için gözüne kestirdiği gölgelik bir yerde bir taşın üzerine oturdu. Cebinden çıkardığı tütün tabakasından bir sigara sarıp derin bir nefes çekti.
Sonra gözlerini hafif yumarak düşünmeye başladı.
Neden acele ettiğini kendi bile bilmiyordu. Gün boyu güneşin altında, inşaatta sırtında çimento tuğla taşımış omuzları yara bere içindeydi ama sırtındaki yük inşaattaki yükten daha ağırdı.
Daha dün doktorun söyledikleri kafasında çınlıyordu. “Eşinizin ameliyatı burada oldukça riskli olur, ameliyat masasından kalkması çok düşük bir ihtimal. Beyindeki tümör çok riskli bir yerde.”
Bu sözleri duyunca, boynunu büküp acı ile doktorun gözlerinin içine bakıp sormuştu.
“Hiç çaresi yok mu begim?”
Doktor hafif bir iç çekip elini omuzuna koyup “çaresi var elbette” demişti. “Ama burada değil, İsviçre’de. Zürih’te özel bir hastanede çok iyi bir beyin cerrahı var. Masrafları karşılayabilirseniz ki, bu çok pahallı bir yolculuk. Mümkünse oraya götürmenizi önerebilirim.”
Ne kadar para gider begim?
“Çok para” demişti doktor.
Ama doktorun son kelimesi yine de yüzünde hafif bir tebessüm, yüreğinde bir umut ışığı doğurmuştu.
“Sözünü ettiğim doktor Diyarbakırlı, yani hemşeriniz. Oraya varabilirseniz mutlaka size yardımcı olacaktır.”
Bu sözler bir umut ışığıydı ama mesele İsviçre’ye varabilmekti. Oturduğu taşın üzerinden doğruldu ama bu defa acele etmiyordu. Ağır ağır eve doğru yürüdü.
Kapıyı evin 9 yaşındaki kızı Esra açmıştı. Kızına baktı ve “annen nasıl” diye sordu.
Esra asık bir yüz ifadesiyle hiç bir şey söylemeden doğruca annesinin yattığı odaya gitti. Seyit de peşinden.
Aynur Hanım yarı baygın bir vaziyette uyuyordu.
Başucuna oturdu.
Eşinin elini tutup iki avucunun arasına alıp yüzüne doğru götürüp öpüp okşadı. Gözlerinden hafif bir iki damla yaş eşinin elini ıslatmıştı.
Aynur Hanım gözlerini hafifçe aralayıp kocasının elini sıktı. Kısık bir sesle “geldin mi” diye sordu.
Adam aynı kısık ses tonuyla “geldim” dedi, “nasılsın bugün?”
Aynur Hanım gülümsemeye çalışarak “iyiyim” dedi ve gözlerini tekrar yumdu.
Evin tek oğlu 19 yaşındaki Sinan da gelmişti.
O da bir kahvehanede çalışıyordu. Babası gibi sabahın köründe kalkar akşama kadar durmadan çalışırdı.
Eve gelir gelmez, annesinin odasına girmiş hafif buselerle yanaklarından öpmeye başlamıştı.
Evde beyninde tümörle yaşayan sayılı günleri kalmış bir eş, bir anne ve çaresiz mucize bekleyen bir koca ile iki çocuk.
Baba oğul odadan çıkıp salondaki sedirde oturdular. Sinan babasına bakıp sordu “Baba, anam eriyor. Ne olacak böyle, ne yapacağız, ne bekliyoruz?”
Çaresizliğin esir aldığı inşaat amelesi Seyit oğlunun sorduğu soruya tek kelimeyle cevap vermişti.
“MUCİZE”
Evin küçük kızı Esra annesini kurtaracak ilacın adını öğrenmişti.
“Mucize!”
Yastığın altında biriktirdiği bozuk paraları alıp, evden fırladı ve sokağın sonundaki Ulu Camii ‘nin altındaki eczaneye şimşek hızıyla girdi. Elindeki bozuk paraları cam tezgahın üzerine koyup, eczacı kalfasına “mucize istiyorum” diye bağırdı.
Eczacı kalfası gülümseyerek “bakkal diğer sokakta oradan al istediğin çikolatayı” dedi.
Esra sesini yükselterek “çikolata istemiyorum. Annem çok hasta babam kurtulması için mucize lazım diyor, ben mucize istiyorum” dedi ve gözyaşları sel oldu. “N‘olur verin o ilacı param yetmiyorsa yine getiririm yarın.”
“Gel buraya kızım” diye tok bir ses duyuldu eczanenin içinden.
Esra sesin geldiği yere döndü.
Eczanenin girişinde koltuklarda karşılıklı iki amca oturmuş kahve içiyorlardı. Seslenen amca çok şık giyinmiş biriydi. Yazlık açık renkli bir takım elbise, kravat, en çok da rugan deri bir ayakkabılar dikkatini çekmişti küçük kızın. Adam gülümseyerek elini uzatmış, Esra’nın ona doğru gelmesini bekliyordu.
Esra biraz çekinerek biraz da utanarak adamın yanına geldi.
Adam “annenin hastalığı ne” diye sordu.
Esra başını önüne eğerek cevap veriyordu. “Başı hep ağrıyor amca, doktora götürdüler iyileşmedi.
Babam abime annenin iyileşmesi için mucize lazım dedi. Ben de o ilacı almaya geldim n’olur verin bana o ilacı annem iyileşsin.”
Bu arada tekrar ağlamaya başladı..
Şık giyimli amca eliyle Esma’nın gözyaşlarını silerek ayağa kalktı ve “eviniz nerede” diye sordu.
“Arka sokakta” dedi Esma.
“Ben de doktorum kızım anneni görebilir miyim?”
Esma’nın gözleri parlamıştı, “gidelim doktor amca ama önce o ilacı verin.”
Doktor amcası eczacı kalfasına seslendi.
“Oğlum, oradan bir kutu aspirin ver.”
Esma sımsıkı tuttuğu bir kutu aspirin ile önde, doktor amcası arkada eve doğru yürüdüler.
Esma’nın aniden evden çıkmasını merak eden babası ve abisi kapının önüne çıkmışlardı.
Esma onları görünce koşarak bağırmaya başladı. Elindeki aspirin kutusunu sallayarak “aldım annemin mucize ilacını aldım, hem de doktor amcayı getirdim anneme bakacak.”
Amele Seyit ve oğlu kahveci Sinan.
İki Garip.
İki Çaresiz.
İki Umutsuz.
Ve Esma.
Ve bir kutu Aspirin.
Seyit ve Sinan gelenin doktor olduğunu duyunca heyecanlanmışlardı.
Doktora doğru ellerini uzatıp tokalaşarak hemen içeri davet ettiler.
Fukara eviydi. Doktor ayakkabısını çıkardı ve “hasta nerede” diye sordu.
Hasta uyuyordu.
Sinan uyandırmak için annesine seslendi ama Doktor “bırak” dedi. “Uyusun. Bana röntgen filmlerini ve hastane tetkiklerini verin”.
Esma bir çırpıda kocaman sarı zarfı getirip, doktor amcasına uzattı. Doktor önce tetkiklere göz attı, sonra siyah röntgen filmleri ışığa tutup teker teker defalarca baktı.
Odada çıt çıkmıyordu.
Hane halkı meraklı bakışlarla elleri önlerinde iki pençe, pür dikkat doktorun her hareketini izliyordu. Doktor elindeki filmleri tekrar Esma’ya uzattı ve babaya dönerek dışarı çıkalım dedi.
Salona geçip sedire oturdular.
Doktor anlatmaya başladı. “Buradaki meslektaşlarım doğru söylemişler, tümör çok riskli bir yerde.
Bu oldukça zor bir ameliyat olacak, yurt dışına İsviçre’ye gitmeniz lazım”.
Baba Seyit bir kez daha yıkılmıştı.
Gözleri doldu.
Onu biliyordu biliyordu da, nasıl gidecekti yurt dışına hangi parayla?
“Biliyom begim” dedi. “Biliyom da imkanımız yok, ben amelelik yapıyom begim. Dediğin yerde bir doktor varmış bizim hemşerimiz, çok iyi bir doktormuş, ona ulaşabilsek neyse, ama nerdee, imkansız!”
Doktor, Sinan’ın getirdiği çayı alırken sordu. “O doktorun ismini söylediler mi sana?”
Seyit bir çırpıda söyledi, nasıl unutabilirdi, “he begim” dedi, “ismi GAZİ YAŞARGİL’dir.”
Doktor hafifçe gülümsedi, “Profesör Gazi Yaşargil benim” dedi.
Seyit doktora baktı, “bizimle eğlenme beğim hastamız var!”
Doktor çayını karıştırırken devam etti. “Evet Gazi Hoca benim. Bir konferans için Ankara’ya geldim hazır ülkeme gelmişken, memleketim Diyarbakır’a uğramak ve dostlarımı görmek istedim. Caminin yanındaki eczanenin sahibi benim iyi bir dostumdu, vefat etmiş. Oğluna baş sağlığı dilemeye geldim, sonrası malûm. Esra kızım geldi mucize arıyordu ve buldu.”
Doktor nefeslenirken, Seyit ve oğlu nefes almadan pür dikkat dinliyorlardı.
“Şimdi ben hastayı seninle beraber götüreceğim ve ameliyatını bizzat ben yapacağım. Merak etmeyin, tek kuruş masrafınız olmayacak. Bir kaç gün daha buradayım. Siz pasaport işlerinizi halledin gerisi bana kalsın.”
Seyit ve Sinan sevinç ve şaşkınlık arası, dilleri tutulmuş gibi öylece bakıyorlardı. Esra’nın elindeki aspirin kutusu aslında mucize ilaçtı gerçekten. Şaşkınlıkları geçer geçmez, ikisi de aynı anda Gazi Hoca’nın elini öpmek için hamle yaptılar.
Gazi Hoca, “estağfurullah” deyip ayağa kalktı.
Bir ay kadar sonra Aynur Hanım başarılı bir ameliyatla sağlığına kavuşmuş, salimen evine dönmüştü... Bunun adı "mûcize" idi...
(Prof. Dr.
Gazi Yaşargil'in anılarından)
Yüce
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
- “Ey kendi
aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O, çok bağışlayıcı,
çok merhametlidir.” (Zümer/53)
- “O,
göklerin ve yerin eşsiz-örneksiz yaratıcısıdır; bir şeyin olmasını dilediğinde
ona ‘ol!’ der, hemen oluverir.” (Bakara/117)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder